Share This Article
Başlamadan şunu belirteyim: Beşiktaş’ın dört yıldır içinde bulunduğu ve gittikçe daha da kötüleşen buhranı damıtılmış hâliyle yaşadım bu yazının oluşma sürecinde. Maçın öncesinde ve ilk yarı esnasında sahadaki dizilişe, hocanın stratejisine, takımın denediği aksiyonlara dair notlar alırken ilk yarı sonu ve ikinci yarı başında oynanan o 5 dakikalık bölümde her şey darmadağın oldu. İkinci yarı “çaresizlik” dışında bir not alamadım, zira bu maçın Ole Gunnar Solskjaer’in son maçı olduğunu sahadaki, tribündeki, ekran başındaki herkes hissediyordu. Onu geçtim, maçtan hemen sonra, şöyle usulen 3-5 günlük bir tiyatro dahi izletmeye tenezzül edilmeden yeni hocamız açıklandı. Şu ortamda saha içini konuşmaya yeltenen bir yazı yazmak zulüm gibi, zira her şey sil baştan olacak fakat taraftarın algısına dair iki kelam edebilmek için oraya gireceğim önce. Sonra esas konuşmamız gerekenleri konuşuruz.
Maç Yazısı Diyelim Öyle Olsun
İlk 11’ler açıklandığında sosyal medyada, hatta maç esnasında Metin Tekin’in yorumlarında da değinilen konu şuydu: “Çok savunmacıyla çıkıldı sahaya, böyle olmaz.” Bu eleştirinin geldiği yerde yedek kulübesinde inanılmaz bir hücumcu çeşitliliği bekliyor insan, lakin yedek kulübesinde 2 kaleci, 2 stoper, 1 sol bek, 1 defansif orta saha, 2 merkez orta saha ve 1 kanat/forvet arkası vardı sadece. Orkun ile Ndidi’nin kesilmeyeceği kabulüyle yola çıkarsak, Solskjaer’in yaptığı tek manalı tercih yanında oturttuğu hamle oyuncusunun Joao Mario yerine Muçi olmasıydı. Takım üçlü değil de dörtlü yahut 1920’ler nostaljisiyle ikili dizilse bile sahada var olacak “hücumcu” oyuncu sayısı ve niteliği pek değişmeyecekti. Zaten bu bağcıyı dövme hevesi, günlerdir pompalanan ve yönetim tarafından yalanlanmayan “Solskjaer kovulacak” kazanının fokur fokur kaynamasının doğal bir sonucuydu bir yerde. Neyse, buraya geri döneceğiz.

İlk maçta savunma anlamında başarılı olan fakat oyun kurulumunda sorun yaşayan Uduokhai-Paulista-Emirhan üçlüsüne bence manalı bir rötuş geldi ve geçen sene çeşitli zamanlarda bu rolü kotarmış olan Svensson sağ stopere, Emirhan ise Beşiktaş’a geldiği günden beri tepki çeken Jurasek’in yerine sol beke geçti. Svensson-Taylan uyumu, ilk maçtaki Emirhan-Rashica uyumundan daha iyi değildi kesinlikle ama Svensson hem hamlelerinin yerindeliği, hem de çabuk oynama hevesi ile iyi bir performans gösterdi. Emirhan ise sol bekte yapmaya çalıştığı şeylerle takdiri hak etti, mücadele bağlamında da maç boyunca sahanın en iyisiydi. Gelgelelim kadim sorun olan oyun kurmaya bu diziliş ve tercihler de çare olmadı, Orkun ve Ndidi o kadar geriye yaklaştı ki takımın tek kurabildiği set merkezden kenarlara, yahut kenarlardan diğer kenarlara atılan hızlı ve uzun toplar oldu. Hızlıca set kurulan (35. ve 41. dakikalardaki girişimler) bir iki pozisyon haricinde de dişe dokunur bir şey üretemedik. Öte yandan pozisyon da vermedik, ve aslında ikinci yarıya muhtemelen hocanın aklındaki gibi dengeli girilecekti ve hamleler gelecekti. İşte o noktada bir kırıldı, pir kırıldı takım. Taylan’ın bozduğu ofsayt taktiği, Mert’in Tolga Zengin’e nispet olsun diye yaptığı zamanlama hatasıyla birleşince maçın başından beri doğru düzgün atak geliştirememiş Lausanne üç topta golü buldu. İkinci yarıya Paulista-Muçi değişikliği ile başlayan Beşiktaş muhtemelen dörtlüye dönecekti fakat bismillah demeden Uduokhai’ın kendisini Roy Keane sanmasıyla birlikte her şey bitti. Tammy Abraham’ın 64. dakikada topa kalça vurmaya çalışsa bile gol yapacağı pozisyonda basiretinin bağlanması da tabuta çiviyi çaktı zaten.
Jet Hızıyla Anlaşma
Bu maçtan sonra Solskjaer kalsın diye bir şey demek mümkün değildi artık, onu öncelikle cebe koyalım. Beşiktaş’ın uzun süredir medyada ve sosyal medyada estirilen rüzgarlara karşı koyma iradesi gösteren bir yönetimi de yok zira; bunu enteresan şekilde iptal edilen transferlerden de anlayabiliriz zaten. Şöyle bir maçtann sonra yedek kulübesinin yetersizliğinin konuşulması yerine kelle almak da hemen her yönetici için tercih edilen yöntem olmuştur, ona da çok tepki vermeye lüzum yok belki de. O yüzden bütün bu yaşananları normal görebilirdim… ta ki Sergen Yalçın ismi basın mensupları tarafından rekor hızda ortaya atılana ve anlaşma haberleri yağmur gibi yağmaya başlayana kadar. O noktada bugün yaşananların “kötü sonuca bir tepki” yerine “günlerdir, hatta aylardır tezgahlanan bir oyunun son perdesinin sergilenişi” olduğu ayan beyan açığa çıkmış oluyor maalesef.
Neyi biliyoruz? Yapılan transfer haberlerini yalanlama konusunda hiç tereddüt etmeyen yönetimin bir-iki aydır yapılan “Solskjaer kovulacak” haberlerine zerre ses çıkarmadığını biliyoruz. Onu geçtim, alternatif olarak Sergen Yalçın isminin sürekli ortaya atıldığını biliyoruz. Sergen Yalçın’ın ekranlarda, Beşiktaş’a belirli transferler yapılırsa geleceğini ima ettiğini biliyoruz. Serdal Adalı’nın Sergen Yalçın’la kamuya yansımış şekilde bir kere konuştuğunu (ki bu sayının birden büyük olduğu herkesin bildiği bir sır), seçim vaadi olarak onu getirmek istediğini biliyoruz. Bu noktada maalesef Solskjaer’in ve ciddi tazminatlar ödenecek ekibinin bir piyon olarak kullanıldığını, kendisine zaten sabır göstermek falan gibi bir niyetin olmadığını anlıyor, kendisinin de bunu bir şekilde hissettiğinden emin olabiliyoruz. Tek anlamadığımız, kendisiyle zaten yola devam edilmeyecekse neden Mayıs’ta kovulmadığı oluyor, buradan da muhtemelen Sergen Yalçın’ın o dönemde de Beşiktaş’a gelmek istemediği, yahut “ya kamp dönemini bu ekip yapsın, kadro yapılanması sancılarını da bu ekip çeksin, nasıl olsa kaldıraç bende, Ağustos gibi yakarız ateşi” diye düşündüğü anlaşılıyor. Hangisi daha vahim kestirmek güç, fakat iki senaryoda da ortaya çıkan şu: Sergen Yalçın Beşiktaş’tan büyüktür. Bu demirden leblebiyi yutabilen yutsun.