Share This Article
Beşiktaş, skoru alıp haysiyetini bıraktığı Konyaspor maçından sonra sahaya ne koysa bir ilerleme olacaktı zaten, yahut olmak zorundaydı diyelim. Hâl böyleyken gene hayal kırıklığına uğratan bir 45, hatta 55 dakika izledik fakat sonrasında takım -biraz da Kasımpaşa’nın izin vermeye başlamasıyla- bir şeyleri çözmeye başladı. Ön alandaki cılız ama etkili presinden vazgeçen Kasımpaşa, Beşiktaş’ın stoperlerini biraz daha ileri çıkarmasına ve Orkun’un üçüncü bölgenin merkezinde daha çok topla buluşmasına müsaade etmiş oldu. Merkezde tehditkâr bir beyinin varlığı kenarların da daha rahat işlemesi anlamına gelince, Beşiktaş’ın organize sayılabilecek ataklar yaptığını gördük ki bir yarıda 1.23 xG’ye ulaşmak bu takım için ciddi bir başarıdır.
Geriden oyun nasıl kurulmaz?
Aslında ilk yarıda da bir şeyler yapmaya çalışan bir Beşiktaş vardı ama sıkıntı ne yapmaya çalıştığını anlamamış olmasıydı. Birinci bölgeden oyun kurmak için farklı denemeler yaptık fakat takımın -bilinçli olduğuna inanmak istemediğim- yerleşiminin ortayı bomboş bırakması hem oyun kuramamamız, hem de rakibin üç beş pasla bizim kalemize inebilmesi anlamına geldi. İlk 10 dakika Ndidi’nin sağ stoper gibi yerleştiği, beklerin de içe kat ettiği bir düzen denedik ama o kadar eğreti duruyordu ki somut bir netice vermesi mucize olurdu. Bu karmaşadan vazgeçtikten sonra Djalo’nun bir iki topla çıkma çabaları oldu ama orta sahadaki sayısal eksiklik oradan da bir şey çıkarmamıza engel oldu, Djalo ya geri döndü ya pas hatası yaptı. Kendi sahamızdaki geviş getirmelerimizin bir şey üretmeyeceği belli oldukça uzun vurmaya başladık, ama ön alanda pres yapmadığımız yahut dönenleri toplama gibi bir planımız olmadığı için oyunu öyle de kuramadık. 41. Dakikada Gökhan’ın 60 metreden vurduğu bir ortamsı şey vardı ki Caner Erkin’in kulakları çınlamıştır.
Neticede Cengiz’in kaçacağı, yahut Bilal ve Cerny’nin driplingle topu ileri götüreceği bir plana sıkıştı kaldı Beşiktaş, ki gol de Bilal’in girişimiyle doğdu. “Büyük takım oyunu” gibi bir ezberimiz var ülkece ama esas olarak büyük takıma yakışmayan şey bu oyun değil, oyuncu bazlı çözüm arayışı. Gene büyük takıma yakışmayan bir başka şey de Abraham’ın kaçırdığı penaltıdan -Immobile’nin en kötü penaltısından daha kötü bir penaltıydı- sonra hemen gol yiyip, üzerine rakibe bir penaltı verip dağılmanın eşiğine gelmek. Gençlerbirliği faciası tekrarlanmadığı için sanırım kendisini hayatında ilk kez yere atan Cafu’ya teşekkür etmeliyiz, tabii hakemin bu performansa en başta kanması da biraz üzücü.
Mesele altıpastan kaçırmak değil hocam
Maçtan sonra Sergen Yalçın “Kale sahasından 5 tane top kaleye girmiyorsa ne diyebilirim. Bunun çözümü yok, bu biraz şans işi.” açıklamasını yaptı ama aslında bunun çözümü gayet de var: Ritim bulmak ve özgüven kazanmak. Bunun da göreve geldiği günden beri istisnasız her maçtan sonra “görüyorsunuz işte bunlar kazma, çok çalışıyoruz ama bu kadar oluyor, karamsarlığa kapıldık, scout ekibi berbat kadro kurmuş ben n’apayım” tarzı açıklamalar yapan bir hocayla gerçekleşmesi, imkânsız demeyeyim ama pek kolay olmasa gerek. Sergen Yalçın’ın toplantılarda bir tek “ya Graf ya ben” demediği kaldı, böyle bir ortamdan huzur çıkabilir mi? Serdal Adalı Graf’ı orada sırf maçlardan sonra Sergen Hoca birilerine suç atıp kendi mesuliyetinden sıyrılabilsin diye mi tutuyor? Biz devre arasına kadar sürekli enkaz edebiyatı mı dinleyeceğiz, yoksa takımın teknik direktörü bir yerden sonra “evet, bugün sahada olumlu şeyler vardı, daha da iyi olacak” tarzında bir umut, bir iyimserlik verecek mi bize ayıp olmasın diye? Bugün ikinci yarıdaki oyun biraz bunun fırsatıydı zira.
Neyse, derbinin havası farklı olacaktır, oyuncular da birbirine biraz daha uyum sağladı sanki deyip bu maçın defterini de kafayı fazla yormadan kapatalım. Pazar gününe kadar Beşiktaş izlemek yok, hadi gene iyisiniz.